DY

DY

Friday, 10 December 2021

Babamdan sonra sohbet 1

Zaman geçiyor geçmesine de, nasıl geçiyor işte bir yaşayan biliyor... kaybettiğim babam, ellerimizden giden anneannem, ikisi de kalbimde kocaman birer yara. Anneanneciğim kalbimi paramparça etti ve ardından babam yarısını alıp toprağın altına aldı. Son gördüğüm hali aklımdan silinse de, beni bekleyemediği gerçeği, daha yapacak çok şey olduğu izlenimi yakamı bırakmıyor...Her ne ise...

Ankara'ya her gidişimde milyonlarca anı bir anda üzerime saldırıyor...Babam ve anneannem bir yandan, öte yandan diğer tüm kalp ağrılarım ortaya çıkıyor. Kocaman bir şarap şişesinde kaybolmak isterken, kendimi bir cafede salata yerken buluyorum. Yani neresinden tutarsam tutayım artık olmuyor bu şehir bana. Hem kendimi buluyorum hem kaybettiğim her şeyi... Anlatabildim mi?

Okula gidiyorum, koleje, orası ap-ayrı bir dünya. Tüm gençliğim, ergenliğim, çocukluğum orada hala kocaman bir binada ayakta duruyor. her köşede ne düşündüğümü bile hatırlıyorum. Akıllı işi mi? Değil ben söyleyeyim...Allahtan annem eski evden taşındı da tüm hayatım gözümün önünden en azından orada geçmiyor, şimdi başka başka insanlar yeni anılar bırakıyorlar o eve, canım annem yeni evinde temiz sayfasında...biz de eşlik ediyoruz işte senede bir kaç kez. 

insanın kendi evi olması çok ayrı bir kafaymış. Nereye evim diyeceğini şaşırıyorsun, ve evet bu da ap ayrı bir konu... girsem mi girmesem mi bu konuya bilemedim ama şöyle diyebilirim ki; kocaman bir tahterevalli düşün, nereye oturursan diğer taraf hep yukarıda ulaşamıyorsun, sonra oraya gidiyorsun ve diğeri aynı şekilde oluyor. Aynı anda iki yerde olamayacağına göre, hep biri uzakta kalıyor ama çok çok uzakta hem fiziksel olarak hem fikren. Böyle...

Söylemeliyim ki, zaman çok hızlı geçiyor... Tabi bazen de o kadar yavaş geçiyor ki bunalıyorsun, ama bu her zaman olmuyor. Bazı zamanlar, bazı anlar, bazı yolculuklar, filmler vardır ki gerçekten bitmek bilmez. Kafanda kurduğun hikayeler, kendine söylediğin yalanlar dahil. Zaman diyordum, hızlı geçiyor gerçekten rüzgar gibi geçiyor da yapğmur gibi yağmıyor işte. Tutmak isterken tutamıyorsun, tuttuğunu düşündüğünde saçındaki ufak beyazları görüyorsun yada çoluk çocuğa karışan dostlarını. onların yerine mutlu oluyorsun ama bu yine zamanın ne kadar da hızlı geçtiğini gösteriyor. Tuttuğun zamanlar oluyor evet! Mesela bazı anlarda zaman durabiliyor bile, orada öylece kalan zamanlar var. Babanı toprağa verdiğin, elleri ile koydukları an mesela... Anneanneciğinin son hallerini anlatan annenin kelimeleri gibi, yada ilk öpücüğünde, ilk nefessiz kaldığın anda.. Kalıyor bir yerlerde...Çaktırma, hızlı geçiyor dediğime de bakma. kimse bilmiyor aslında gerçekten zaman geçiyor mu... 

Bir yaz daha gelecek, ilk kez babamsız gireceğim bir yıla, ilk kez belki başka şeyler de olacak! olacak ve olması da lazım! olmasa nasıl varacak bu kışlar yaza? olmasa bu soğuk günler yerini yaz sıcağına bırakacak?

Sorarım size, doğmadan önce ki gibi ölüm de, perde kapanıyor evet ama o güzel anılar nereye gidiyor? bu bahsettiğim zaman nereye akıyor? biriktiği bir yer var mı? Babalarımızın gittiği bir yer var mı?

Aklımızın ardında hep bu zaman bu tüm düşünceler... yormamak lazım onları da kendinizi de, gülümsemeye devam. Yanımızda olmayan sevenlerimiz de öyle isterler. Eminim...


Sevgiler DY.






Wednesday, 23 December 2020

içi dök

 herkesin bir yeri eksik oluyor işte. herkesin bir tarafı eksik oluyor... doldurmasını bilmek imkansız, bilesen bile bunu becerebilmek imkansız. ışıkları söndürmek gibi değil ki bu, yatağından uzanasın anahtara kapatasın ışığı. yok bu daha farklı. şu filmde ki gibi sildirebilsek keşke. sahi yapar mıydım? yine yapmazdım be! ah bu ben!!! 

bir evi terk ediyorsun, bir şehri terkediyorsun, büyüdüğün şehri hem de. dostların (artık hangisi kaldıysa), her sokakta ki anın, köşede ki kokoreççide ki anın falan hepsi orada kalıyor. elinin ucunda değil artık lamba gibi kolayda değil. çok daha uzakta... 

sonra diyorsun işte "belki başka bir hayatta" sonra devam ediyorsun "kesinlikle başka bir hayatta". ama kedi olmayalım lütfen :) anlatmam, konuşmam, ifade etmem lazım bunların hepsini. belki başka bir dilde, o da olur, ama anlatmam lazım. yaptırdığım dövme ölene kadar benimle diğer bir çok şey gibi ama tek dileğim bir diğer hayatta buluşalım, oturalım bir kahve içelim, anlatayım sana. oturup uzun uzun hem de... olmaz mı. 

şarkılarda kalıyor böyle. benimle sürüp gider bu böyle. sonra bedenimle ruhum ayrılır. belki o zaman bile sana selam yollarım. alır mısın selamımı? 

ben yollayayım da alırsan alırsın almazsan da senin hanene yazılsın :) 

sevgiler DY

geçmişe ziyaret

şimdi buradan geçmişe bakmak çok kolay bir o kadar da "buruk tebessüm". küçükken büyümeyi, büyüdüğünde de küçülmeyi istemek gibi aynen. oradayken ilerisi buradayken berisi gelir aklına. insan oğlu işte hep ulaşamayacağını ister. insanoğlu işte hep o bir şeyleri arar. 

olmaz ya, bir şarap tadı bir yeri bir anı hatırlatır. göz göze geldiğiniz anı hatırlatır. başka diyarlarda başka birini anarsın. anlamsızdır evet! hah işte! anlamsız olmasının sebebi aslında yıllar geçmesi değil, sen hayallerini yaşarken bu duyguların düşüncelerin içine girmiş olman. insan diyorum ya, doyumsuz. insan diyorum ya, bitirdim kafamda dediklerini bile hiç uçmamış kuşlar gibi yok etmeyi bilemiyor. nasıl olur ki sahi... duyguları, nasıl hissettirildiğini nasıl unutursun ki? ben hiç unutmadım bilmiyorum.. her anı hatırlayabilmek bir lanet gibi sankii bir taraftan da bir lütuf.

lütuf dersem rakı açmam gerekir bir küçük, yanında lakerda olmazsa olmaz, dil şiş de olur. evet aynen o eskiden hep gittiğimiz mekanda :) o yüzden lütuf demesek daha iyi. lanet dersem de çok üzülmüş olurum. atalarımdan getirdiğim iyi niyetimi ve iyi kalbimi kirletmiş olurum. ikisinin arasında gri bir yerde bu duygular. unutulmayan duygular beyince kalp arasında sıkışık işte. oradan gelen dalgalar kalbe vuruyor arada, hatırladığın kokular ile birleşiyor, gülen yüzlerle harmanlanıyor. ah biraz da rakı yada şarap olunca işte, renkleniyor o anılar. 

işte kalpten sekmiyor başka bir yere. vuruyor, vurduğu yerde güller de bitmiyor işin garibi. bıraktığı izi buluyor namussuz, sızlatıyor iyice. kaşınıyor, kaşımak istiyorsun yapamıyorsun erişemiyorsun bile oraya düşün o kadar derinde! 

sonra ufak bir damla gözyaşı oluyor çıkıyor. "nasıl yani nereden çıktı bu şimdi, alt tarafı bir şarkı" diyorsun. beraber söylediğimiz bir şarkı diyorsun! lanet bu işte tam burası lanet. buradan gittiğin yerler lanet olması lazım başka bir şey olamaz. saçma sapan işler işte. 

mutlusun, hayatından memnunsun ama geçirdiğin onca keyifli zamanı hatırlarken tatlı sıcak evinde içinden birden topuklularını çekip telefon trafiğinden sonra o uzun masalara oturmak geliyor, su yerine soda istiyorsun ya işte tam o an... akıp gidiyor sonrası. daldım, diyorsun yok bir şey. yüzünde kalan anlamsız tebessümü borçluyum ben bir çok yere zamana ve ruha. 

o sisli, terlediğimiz leş gibi içtiğimiz mekanların bile dili var bazen ki çoğu yıkıldı gitti bile. işte orada ki keyif orada ki mutluluk heyecan bir daha gelmiyor. bunun büyümekle de alakası var. büyüyünce her şeyi kaybediyorsun. tüm heyecan, sorumluluklar, acele ve tüm diğerleri işte! anla! 

kısa kısa yazamıyorum, geldikçe geliyor meret...bazen çok diyorum yaşanmasa mıydı, o zaman nasıl olurdu, ben nerede olurdum diye. çok soruyorum ve sonunda kocaman bir "iyi ki" geliyor. iyi ki demek birinin ardından on yıllar sonra bence çok gurur verici bir şey. herkese nasip olmaz. hem de hiç nasip olmaz! sen çok yaşa çocuk! çok uzun ve güzel yaşa... hep özlemle, çok özlemle. 

Thursday, 6 February 2020

zaman alıyorlar

zaman almıyor mu her şey?
herkez zaman almıyor mu?
bir resim, bir şarkı, bir şiir...
bir insan...
bir hikaye.
hepsi zaman alıyor, zamanını alıyor.
ve sonunda anlamamız da zaman alıyor bunların hepsini.

öylece kalakalıyorsun,
yağmur yağıyor,
kar yağsın diyorsun,
kar yağıyor,
ardından yine yağmur geliyor...
ama karların erimesi hiç zaman almıyor.
pamuk şeker gibi..
puf diye!
gidiyor...



06/02/2020
DY


kimse hiçbir şey

kimse beklemiyor
kimse de çağırmıyor
merak etmeyin
hiç bir şeye geç kalmıyorsunuz
herkes çoktan gidiyor
her şey çoktan bitiyor siz vardığınızda
olması gerektiği zaman olamamış her şeyin,
olmaması gereken zamanda olan her şey için,
bir sebebi var demez miyiz...
deriz ya,
beklemiyorsak,
çağırmıyorsak,
işte bu kada umursamaz bir şekilde deriz...
ağzımıza gelen her şeyi...


06/02/2020

eski yeni

nasıl başlanacağını bilmiyorsun bazen
uzaklarda bir ağacın üzerine yazılmmış iki harften mi,
yoksa uzun uzun geçen yıllardan mı?
bulamıyorsun bir yol,
bir işaret,
belki ufak bir taş...
hani daha önce bıraktıklarından biri belki.
ellerin hala sıcakken bıraktığın,
üşüyünce bir daha dokunamadığın,
dokunmak istemediğin,

işte bir başlasam, devam edeceğim.
hala sisin bulutların içinde gibiyim sanki...
bazen hala ayaklarım yere basmıyor,
bazen de hala yerin yedi kat altındayım.
çıkarken ellerim acıyor artık,
ayaklarımı da yere basacak kadar ağır değilim sanki.
bir şeyler var içimde anlatamadığım,
belki anlatmak istemediğim,

güldürmüyor da ağlatmıyor da,
patlıyor içinde bir şeyler,
çıkmak istiyor eskisi gibi,
tıkılı kalmış gibi.
üzerinde ne toprak var ne de gökyüzü
ağır kelimlerin altında hafifi kelimeler kuruyorum.
eski uzun meşakkatli kelimelerimi özlüyorum...

DY

06/02/2020

Sunday, 2 July 2017

acaba

havada asılıyım.
semada bir yerlerde.
gök yüzünün sonunda,
yerin yakınındayım.
kelimelerim bile havadan.
düşüncelerimle oynaşıyor yukarıda.
sonra kulağına fısıldıyor bir yaz rüzgarı,
söyle, anlat diye.
duyuyor musun acaba...

Sevgiler DY

işte öyle

uyurken izliyorum seni bazen.
kim bilir nerelerdesin.
habersizsin.
pazar kahvaltısı gibi,
sıradan ve sakinsin.
bir kaç gazete, bir bardak çaysın.
çayı sevmem ki ben...
işte öyle bir şeysin.

konuşurken dinliyorum seni bazen.
kim bilir neler anlatıyorsun.
dinlemiyorum.
pazar kahvaltısı gibi,
sessiz ama kalabalıksın.
biraz yol, biraz temiz havasın.
ikisini de çok severim ben...
işte öyle bir şeysin.


Sevgiler D.Y.

Monday, 19 June 2017

Kamp



Şuan çalıştığım okula başladığım ilk aylardı, seminer ayı ve biz eğitimdeydik. Tatlı küçük bir kız vardı, İngilzce öğretmeniydi, adı da Nazlı (bekar 26 yaşında,duyurulur) :) Bu tatlı öğretmen zamanla en yakın dostlarımdan biri oldu. 2 seneyi beraber, kol kola omuz omuza devirirken, ağzından düşmeyen bir kelime vardı "kamp". Çünkü Nazo dağcıydı, eğitmendi üstüne üstlük ve hep bize kamplarından bahseder dururdu. Nasıl güzel anlatırdı hemde... Seninle de gidelim Damla derdi hep. Doğayı ve verdiği huzuru anlatırdı. Ardından "comfort zone" dan bahsederken vardığım sonuç şuydu;insan bazen bu komfor bölgesinden çıkmalıydı, görmek, tatmak ve yaşamak için çıkmalıydı bu saçma çemberden. Ya içindesindi ya da dışında. Aslında benim yapmak istediğim arada bir çıkmaktı, hadi dedik! 48 saatten daha az bir süreliğine tatlı bir yolculuğa çıktık. 

Yer Yedigöllerdi. Ankaraya yaklaşık 150 kilometre uzaklıkta ardından dağı tırmanıp tekrar indiğin bölge; yedigöller. Aynen, doğru bildin! yedi tane göl var. Milli park içinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 göl var.. 

"Bu göller aralarında 100 m. yükselti farkı bulunan iki plato üzerindedir. Ortalama 780 m. yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğü Büyükgöl’dür. En derin yeri ise 15 m’dir. Büyükgöl’ün güneydoğusundaki Deringöl, 20 m. uzunluğundaki akan bölümü ile Büyükgöl’e bağlıdır".


Yolda farkettik ki, çadırımızı almıştık, matlarımız, uyku tulumlarımızı da; peki sandalyelerimiz neredeydi:) Boluya yaklaşmışken farkettik olmadıklarını. Tam o sırada Cankurtaran'ı geçiyorduk, Damla tepesinin yanından:) Bolu girişindeydi sanırım, bir yapı markette bir ton para verip iki tatlı kamp sandalyesi aldık. Üstelik çadırımızla aynı renkteydi! inanabiliyor musunuz!!! :) bu ne tesadüf yahu :) (tamam abartmıyorum). Öyle ya da böyle kamp alanına vardık. Hava çok tatlıydı, ne soğuk ne sıcak ne yapmurlu bulutlu ne de güneşliydi. Tam şaraplıktı aslında...Ardından,  şu güya 2 saniyede kurulup 2 saniyede toplanan çadırımızı Seringöl'ün yanına kurduk. Öğleden sonra akşama doğru oradaydık. Çadırımızı kurduk ancak bizden önce davrnan İranlı grup göl kenarına kurmuştu çadırlarını, düz araziydi üstelik, bir adım ötesi de göl... Kıskanmadık değil. "Biz" diyorum... Ne güzel değil mi... Her ne ise; devam ediyorum; kurduk çadırımızı,sandöviçççlerimizi çıkarttık, konservelerimiz de vardı. Şarabımız, kuru üzümümüz, ceviz ve tatlı sohbetimiz. Hayır, sandalyemize oturmadık, üzeri kapalı bir masa vardı kampa ait, ama ışık yoktu. Ay ışığı evet fazlasıyla romantikdi amma ve lakin, görünmüyordu sandöööviçlerimiz :) kamp lambamız tatlı masamızı aydınlattı karnımızı doyurana kadar. Sonra hava karardı iyice, hava soğumaya başlamıştı. Üzerine oturduğum battaniye işe yaradı! ısıttı... Sonra ne de güzel şarkılar söyledik... Ne güzel geçmişe dönüp belki ne de güzel şarkılar söyledik kısık sesimizle, kimseyi rahatsız etmemek için. Diğer gruplar çoktan ateşlerini yakmış adana kebaplarını pişiriyordu. Yine kıskanmadık değil, ama benim sandöööviçler de fena değildi :) konserve yaprak sarması da cabası...lütfen :)

Sonra göle biraz daha yaklaştık. Bu arada bahsettiğim alan yaklaşık 100 metre kare bile değil belki. Her ne ise, kamp sandalyelerimize oturmalıydık artık. Şarap, kraker ve kuru üzümler yer değiştirdi. Göle bir adımdık... Şarkılarımız ve güzel sohbetimiz daha yerindeydi, dumanlı kelimeler ve ufak itiraflar oynadı durdu bir kaç saat. Sonra bir sosyalleşme isteği ile şarkıların geldiği İranlı grubun yanına gitmeye karar verdik şarabımızı alıp.Gittik de. "geç bile kaldınız" dediler. Ama bizim konuşacaklarımız vardı, dertleşeceklerimiz, vereceğimiz sözler... Bir saate yakın Acem türküleri dinledik, mest olmuştuk. Hala sesleri kulaklarımda. Kafa fenerleri bile vardı :) eşlik edebildiklerimize eşlik ettik, bizimkilerden denedik, bilemediler.. Olsun yine de sevginin iyi niyetin dostluğun paylaşımın dili yoktu ki. Hele sevginin hiç yoktu. susmak bile iletişmekti, saatlerce susmak bile iletişmeye yeterdi. ateş sıcak, şarap soğuk hava tatlıydı. Üşüyorduk belki ama ne önemi vardı ki! bir daha gelirmiydi bu güzel an. Sonra "gözümüz ile fotoğraf çekmek ne güzel değil mi" dedik... Ne güzeldi... O an orada sonsuza dek kalacaktı. Sonsuza kadar hafızalarımızda o ezgilerle beraber gelecekti gözümüzün önüne, belki kırmızı şarap tadı ile bilinçaltımıza tatlı tatlı yerleşecek ve gerektiğinde Pandoranın kutusundan çıkıp yüzümüzü güldürecekti, en özlediğimiz zamanda belki...haksız mıyım sen söyle...

Gözlerimiz kapandı, hadi uyuyalım. uyuduk. Esas komik olan olay başladı :) çadırımızın zemini eğik olduğu için "portakalın posası gibi çadırın köşesine toplandık" bütün gece :) Hava durumu sabaha karşı yağmurlu gösteriyordu, birileri "orası çukurda sel basacak" demişti amma ve lakin, güzel göknar ağaçları bizi korudu ve sabah 6:30 da tatlı tatlı çadırımıza damlayan yağmurun sesi ile bizi uyandırdı yağmur. Ne de güzeldi... Kuş sesleri vardı bir de, türlerini bilmediğim ama eminim birbirimizi tanısak çok seveceğimiz kuşlardı kesin!Uyandım biraz daha uyuyup, boşa geçen zaman dedim uyumak. Çadırımdan çıkıp kimsecikler yokken mavi kamp sandalyelerimizden birini çekip, muzlu sütümü alıp Sofie'nin Dünya'sını okumaya başladım. Başından beri bu mektupların kenarlarının neden ıslak olduğunu merak ediyordum ya hani! öğrendim!!!! :) yüzümdeki tebessüm bir adım ötemde ki gölün serinliği, battaniyemin isli kokusu ile birleşince, huzur doldum...ama öyle bildiğiniz huzur değil, başka bir şey. onunda üstündeydi sanki. Hani uçakla seyatah ederken, altınızda bulutları görürsünüz ya işte, huzur bulutlar ise ben o uçaktan bakandım işte. sen anla...anladım değil mi. güzel... devam edebiliriz romantizimden uzaklaşarak. Yan komşularımız sucuklu yumurtalarını bitirmiş toparlanıyorlardı, sohbet ettik, vedalaştık, haklarımızı helal ettik diye de düşünüyorum :) 

Kitabımı bir kenara koydum, muzlu sütler bitmişti, hadi karşı iskeleye yürüyelim, balık tutan adama "rast gele" diyelim ve hiç bir tepki almayalım :) Balık tutanlar asosyaldir tamam ama kaba da değillerdi keza bu amca biraz öyleydi :) olsun, rast gelmiştir inşallah... göl kenarında yürümek de keyifliydi, insanın aklına bir dolu soru bir dolu da cevap getiriyor aklına. O yüzden susuyordum, yoksa belki de ağlayacaktım, ağlamak olurmuydu bu kadar güzel kokan göknarların yanında, kızdırmayaım göknarları.

Çadırımıza geri dönüp biraz gökyüzünü seyrettik, saat üstelik 1:30 olmuştu bile göz açıp kapayana kadar! şarabımızı yudumlarken biraz daha hafifi hafifi atıştıran yağmuru dinledik, Fazıl Say ve Serenad Bağcan eşlik etti, Dört Mevsim'i söylediler, Süreya'nındı hemde! Nasıl huzur bulunmaz nasıl keyif alınmaz. gitme valtiydi belli ki neden içimi iğrenç en nefret ettiğim his kaplamıştı. Vedalaştım sessizce göl ile, toprak ve göknarlar ile. Adımı kazıdım birine, belki affeder, iyileştirmeye çalışmaz da onunla beraber yüzlerce yıl orada durur. Belki bir daha gideriz ve ellerimizle o yazıya dokunup bir iç çekeriz beraber olmasak da olur. Hatırlamak hep güzel, tebessümlerle hatırlamak daha da güzel çocuk. Unutma...

Toparlandık, köfte ekmek de cabası. Yiyeceğimiz bitmişti, kamp alanında ki köfteci ilaç gibi geldi. Şekerler yükseldiyse kısmen hadi Ankara'ya... Yol kötüydü bu sefer. Çünkü Damla orayı görmedi diye köy yolunu kullanmıştık. Saatler hızlıca geçti, ankaradaydık... Sonra bir kaç saat içinde yatağımda. Kalan şarabı şimdi bitiriyorum. Aynı yağmur kokusu geliyor burnuma, aynı kuş sesleri... aynı tat. Buradasın yanımda...

Kısacası, abimin dediğini yapıp "ölmeden önce bir kere kamp kur"muştum. Değmişti... Değmez mi hiç. aşık oldum bir kere daha, bir kere daha sonra bir kere daha. Aşk buydu, dört mevsimiyle, şarabı, sohbeti, soğuğu, acem türküleri ve çarşaf gibi gölüyle... Aşkdı işte...

Fikri veren birtanecik abime, kafa feneri, şarap ve cesaretlendirme konusunda full destek dostum Nazo'ya ve yanımda olana teşekkürler...Çok teşekkürler 


Sevgiler D.Y.

bahsettiğim yerler...

güzel kokuları geldi mi?









Wednesday, 7 June 2017

farketmeden seversin

kal demek varken neden susar ki insan,
anlatmak varken neden sadece öylece durur ki insan,
bu dünyaya sevmek için gelmedik mi?
sen de bunu için geldin!
severek doğdun,
sevilerek büyüdün,
hep sevdin...
tüm taşların sevgi ile oturdu.
nefret de vardı tabi...
o da sevgiden doğdu.
tıpkı senin gibi.
sev çocuk...
sevgi iyileştirir.
tüm yaralarını sarar,
arkana bile bakmaya vaktin olmaz,
inan bana...
kırıklarını toplar,
ağrılarını dindirir,
kadehine mey olur da şarkılar söyletir,
sev...
ne çıkar ki,
en kötü bir göl kıyısı bulur,
bir soğuk gece daha geçiririz,
sonra yine ipleri sevgiye bağlar,
geçileri yüzdürürüz o gölde.
sonra sabah olur,
o gemiler bize gerçek tebessümler getirir,
böylece yine seversin...
farketmeden...


Sevgiler D.Y.



biraz daha

şiir ile ilgili ön tavsiye;
*şiiri okurken Fazıl Say - Kumru dinlensin!





Hayyam söylüyor
Nazım ağlamaklı.
Ya biz?
biz kimiz peki?
yanında oturuyorum,
başım sana dönük,
nefesim sana doğru.
bir çok hayalim yanından sıyrılıp geçiyor.
"aşk" kelimesi geliyor hep aklıma.
korkuyorum...
susuyorum.
susmaktanda korkarken,
zamanı kolluyorum.
tutmak istiyorum,
ama hay bin kunduz!
durmuyor işte.
izafi olduğu söyleniyor,
hayır hep hızlı bu ara!
hep çabuk hep acele...
Acele et çocuk,
hem söylüyor,
hem ağlamaklıyken,
bir de üstüne şiir yazabiliyorsam,
durma,
bekleme,
gel sarıl yeter...
sustuklarımı anla,
tutamadığım zamana yardım et,
yelkovanı da sen tut...
korkuyorum,
biraz daha fazla gülümse...

Sevgiler D.Y.

Sunday, 7 May 2017

küçük kuş ve güneşte uçan göçmen kuş

zamanın birinde, uzak değil yakın diyarlarda uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş varmış. annesinden tek dinlediğiği şey güneşmiş... güneşin ısıttığı, güneşin kalbi yumuşattığı, güneşin iyileştirdiği, ve güneşin tek hayat kaynağı olduğunu öğrenmiş. yuvadan uçmaya başlamış, uzak diyarlarda kanat çırpmış, derelerin üzerinden, dağların aralarından, kumrularla, akbabalarla, turnalarla bile uçmuş aynı gök yüzünde. martılar görmüş, göçmen kuşları... her geri dönüşünde annesine anlatacakları olurmuş. uzun uzun anlatırmış her kuşu her cinsi, her uçuşu. Ardından gözleri daha iyi görmeye başlamış, yavaş yavaş yıldızları görmüş, gökyüzünde ki bulutları ve o bütün yansımaları. Yine annesine her seferinde heyecan ve hevesle anlatmış. Nasılda  ılık rüzgarlarda, sert fırtınalarda uçmayı başardığını ve artık nasıl da güzel uçtuğunu. kanatlarından esip geçen havayı anlatmış, onca yolu onca kilometreyi ve geçtiği tüm şehirleri. göç kafilelerini ve diğer bütün gördüklerini.

bir gün yine bir aşşağı bir yukarı uçarken güneşi görmüş... ısıtmış kanatlarını, sakinleştirmiş. annesinin güneş masallarını ve o güzel hikayeleri hatırlamış. Artık güneşi daha net görebiliyormuş, ve her seferinde daha da yaklaşmaya başlamış annesinin anlattığı bu devasa ışığa. yaklaştıkça bir silüet görmeye başlamış, her seferinde daha netleşiyormuş silüet. Sonunda bu silüette kinin bir başka kuş olduğunu farketmiş. Bu kuş hayli büyük ve epeyce de güçlüymüş. Biraz hüzünlü ama masmavi gözleri varmış. göçmenmiş o da, yeni değil çok olmuş uçmayı öğreneli. uzun uzun yıllardır uçuyormuş bir orada bir burada. hatta o annesinin bahsettiği masallarda bile arada da bir bahsettiği bir kuşmuş. Küçük kuş gibi az bulunan... ama her yaklaştığında o kuşa güneşe de yaklaşıyormuş. daha fazlasını görmek için her kanat çırpışta daha yaklaşırken, güneş daha belirgin kuş daha netleşiyormuş. ancak masallarda ki güneş, annesinin bahsettiği ışık ısıtırken yaklaştıkça yakıyormuş. canı acıyormuş, ama bu can acısı kuşa ve güneşe olan merakını eksiltmiyor, aksine her eve döndüğünde kanatları ufak ufak daha fazla siyah geliyormuş. annesinin sorularını hep yanıtsız bırakırken, bir sonra ki gün daha neler keşfedeceğini düşünüyormuş acılarını unutup güneş ve o diğer kuş ile ilgili. 

her gün daha da yaklaşıyor her gün daha da yanıyor ve her günb daha da canı yanıyormuş. Ama güneşe ve ona yakın uçan bu göçmen kuşa giderken ki her yolda içinde ki heyecanı, merakı ve huzuru tercih ediyormuş, ve can acısını bu heyecanları unutturuyormuş. her sohbet daha huzurlu her sohbet daha da keyifliymiş. her dönüş daha fazla acı ama her dönüş daha fazla huzurmuş. merakın yanında heyecan ve mutluluk da varmış...

güneşe yakın uçan göçmen kuşa bir gün sormuş, "neden benim canım bu kadar yanıyorken güneşe bu kadar yakın uçarken, sen her gün buradasın, her gün bu acıya nasıl dayanıyorsun?". göçmen kuş gülümsemiş, "seni bekliyorum" demiş...beklerken aynı küçük kuş gibi onunda canı yanıyormuş yaklaştıkça güneşe ama o da aynı merak ve huzur ile bunu unutuyormuş...

küçük kuş evine dönmüş ve annesine anlatmış...annesi küçük kuşun artık büyüdüğünü ve o masallarda ki güneşin aslında güzel olduğu kadar kanatlarını yakacağını ve acı vereceğini, hüzünle dolduracağını söylemiş küçük kalbini. Eklemiş; ona yakın uçan göçmen kuşlar kış gelince başka diyarlara uçarmış... çok alışmamalıymış.

ve sonra küçük kuş yanmış kanatlarına bakmış, düşünmüş... güneşi, o göçmen kuşu, küçük kalbini ve onun kocaman kanatlarını, sonra tekrar ona doğru yola çıkmış. yine güneşe yakın uçuyormuş, her zaman ki sohbetlerine devam etmiş...hikaye küçük kuş ölene kadar devam etmiş... göçmen kuş ise havalar soğuyunca gitmiş... güneşin yaktığı kocaman kanatları ile...

masallar, hikayeler, o güzel efsaneler böyle oluyor demiş. yakan bir şeyler, ama o yakan şeylerin içinde diğer tüm dünya da bu kadar da kalbini yumuşatan duygular olmazsa olmazmış.

derin bir iç çekmiş. son gördüğü tepesinde ışıldayan güneş ve o kocaman göçmen kuşun kocaman mavi gözleriymiş. 

Son

Sevgiler D.Y.