Şuan çalıştığım okula başladığım ilk aylardı, seminer ayı ve biz eğitimdeydik. Tatlı küçük bir kız vardı, İngilzce öğretmeniydi, adı da Nazlı (bekar 26 yaşında,duyurulur) :) Bu tatlı öğretmen zamanla en yakın dostlarımdan biri oldu. 2 seneyi beraber, kol kola omuz omuza devirirken, ağzından düşmeyen bir kelime vardı "kamp". Çünkü Nazo dağcıydı, eğitmendi üstüne üstlük ve hep bize kamplarından bahseder dururdu. Nasıl güzel anlatırdı hemde... Seninle de gidelim Damla derdi hep. Doğayı ve verdiği huzuru anlatırdı. Ardından "comfort zone" dan bahsederken vardığım sonuç şuydu;insan bazen bu komfor bölgesinden çıkmalıydı, görmek, tatmak ve yaşamak için çıkmalıydı bu saçma çemberden. Ya içindesindi ya da dışında. Aslında benim yapmak istediğim arada bir çıkmaktı, hadi dedik! 48 saatten daha az bir süreliğine tatlı bir yolculuğa çıktık.
Yer Yedigöllerdi. Ankaraya yaklaşık 150 kilometre uzaklıkta ardından dağı tırmanıp tekrar indiğin bölge; yedigöller. Aynen, doğru bildin! yedi tane göl var. Milli park içinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl,
İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 göl var..
"Bu göller aralarında 100 m.
yükselti farkı bulunan iki plato üzerindedir. Ortalama 780 m.
yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğü Büyükgöl’dür. En derin
yeri ise 15 m’dir. Büyükgöl’ün güneydoğusundaki Deringöl, 20 m.
uzunluğundaki akan bölümü ile Büyükgöl’e bağlıdır".
Yolda farkettik ki, çadırımızı almıştık, matlarımız, uyku tulumlarımızı da; peki sandalyelerimiz neredeydi:) Boluya yaklaşmışken farkettik olmadıklarını. Tam o sırada Cankurtaran'ı geçiyorduk, Damla tepesinin yanından:) Bolu girişindeydi sanırım, bir yapı markette bir ton para verip iki tatlı kamp sandalyesi aldık. Üstelik çadırımızla aynı renkteydi! inanabiliyor musunuz!!! :) bu ne tesadüf yahu :) (tamam abartmıyorum). Öyle ya da böyle kamp alanına vardık. Hava çok tatlıydı, ne soğuk ne sıcak ne yapmurlu bulutlu ne de güneşliydi. Tam şaraplıktı aslında...Ardından, şu güya 2 saniyede kurulup 2 saniyede toplanan çadırımızı Seringöl'ün yanına kurduk. Öğleden sonra akşama doğru oradaydık. Çadırımızı kurduk ancak bizden önce davrnan İranlı grup göl kenarına kurmuştu çadırlarını, düz araziydi üstelik, bir adım ötesi de göl... Kıskanmadık değil. "Biz" diyorum... Ne güzel değil mi... Her ne ise; devam ediyorum; kurduk çadırımızı,sandöviçççlerimizi çıkarttık, konservelerimiz de vardı. Şarabımız, kuru üzümümüz, ceviz ve tatlı sohbetimiz. Hayır, sandalyemize oturmadık, üzeri kapalı bir masa vardı kampa ait, ama ışık yoktu. Ay ışığı evet fazlasıyla romantikdi amma ve lakin, görünmüyordu sandöööviçlerimiz :) kamp lambamız tatlı masamızı aydınlattı karnımızı doyurana kadar. Sonra hava karardı iyice, hava soğumaya başlamıştı. Üzerine oturduğum battaniye işe yaradı! ısıttı... Sonra ne de güzel şarkılar söyledik... Ne güzel geçmişe dönüp belki ne de güzel şarkılar söyledik kısık sesimizle, kimseyi rahatsız etmemek için. Diğer gruplar çoktan ateşlerini yakmış adana kebaplarını pişiriyordu. Yine kıskanmadık değil, ama benim sandöööviçler de fena değildi :) konserve yaprak sarması da cabası...lütfen :)
Sonra göle biraz daha yaklaştık. Bu arada bahsettiğim alan yaklaşık 100 metre kare bile değil belki. Her ne ise, kamp sandalyelerimize oturmalıydık artık. Şarap, kraker ve kuru üzümler yer değiştirdi. Göle bir adımdık... Şarkılarımız ve güzel sohbetimiz daha yerindeydi, dumanlı kelimeler ve ufak itiraflar oynadı durdu bir kaç saat. Sonra bir sosyalleşme isteği ile şarkıların geldiği İranlı grubun yanına gitmeye karar verdik şarabımızı alıp.Gittik de. "geç bile kaldınız" dediler. Ama bizim konuşacaklarımız vardı, dertleşeceklerimiz, vereceğimiz sözler... Bir saate yakın Acem türküleri dinledik, mest olmuştuk. Hala sesleri kulaklarımda. Kafa fenerleri bile vardı :) eşlik edebildiklerimize eşlik ettik, bizimkilerden denedik, bilemediler.. Olsun yine de sevginin iyi niyetin dostluğun paylaşımın dili yoktu ki. Hele sevginin hiç yoktu. susmak bile iletişmekti, saatlerce susmak bile iletişmeye yeterdi. ateş sıcak, şarap soğuk hava tatlıydı. Üşüyorduk belki ama ne önemi vardı ki! bir daha gelirmiydi bu güzel an. Sonra "gözümüz ile fotoğraf çekmek ne güzel değil mi" dedik... Ne güzeldi... O an orada sonsuza dek kalacaktı. Sonsuza kadar hafızalarımızda o ezgilerle beraber gelecekti gözümüzün önüne, belki kırmızı şarap tadı ile bilinçaltımıza tatlı tatlı yerleşecek ve gerektiğinde Pandoranın kutusundan çıkıp yüzümüzü güldürecekti, en özlediğimiz zamanda belki...haksız mıyım sen söyle...
Gözlerimiz kapandı, hadi uyuyalım. uyuduk. Esas komik olan olay başladı :) çadırımızın zemini eğik olduğu için "portakalın posası gibi çadırın köşesine toplandık" bütün gece :) Hava durumu sabaha karşı yağmurlu gösteriyordu, birileri "orası çukurda sel basacak" demişti amma ve lakin, güzel göknar ağaçları bizi korudu ve sabah 6:30 da tatlı tatlı çadırımıza damlayan yağmurun sesi ile bizi uyandırdı yağmur. Ne de güzeldi... Kuş sesleri vardı bir de, türlerini bilmediğim ama eminim birbirimizi tanısak çok seveceğimiz kuşlardı kesin!Uyandım biraz daha uyuyup, boşa geçen zaman dedim uyumak. Çadırımdan çıkıp kimsecikler yokken mavi kamp sandalyelerimizden birini çekip, muzlu sütümü alıp Sofie'nin Dünya'sını okumaya başladım. Başından beri bu mektupların kenarlarının neden ıslak olduğunu merak ediyordum ya hani! öğrendim!!!! :) yüzümdeki tebessüm bir adım ötemde ki gölün serinliği, battaniyemin isli kokusu ile birleşince, huzur doldum...ama öyle bildiğiniz huzur değil, başka bir şey. onunda üstündeydi sanki. Hani uçakla seyatah ederken, altınızda bulutları görürsünüz ya işte, huzur bulutlar ise ben o uçaktan bakandım işte. sen anla...anladım değil mi. güzel... devam edebiliriz romantizimden uzaklaşarak. Yan komşularımız sucuklu yumurtalarını bitirmiş toparlanıyorlardı, sohbet ettik, vedalaştık, haklarımızı helal ettik diye de düşünüyorum :)
Kitabımı bir kenara koydum, muzlu sütler bitmişti, hadi karşı iskeleye yürüyelim, balık tutan adama "rast gele" diyelim ve hiç bir tepki almayalım :) Balık tutanlar asosyaldir tamam ama kaba da değillerdi keza bu amca biraz öyleydi :) olsun, rast gelmiştir inşallah... göl kenarında yürümek de keyifliydi, insanın aklına bir dolu soru bir dolu da cevap getiriyor aklına. O yüzden susuyordum, yoksa belki de ağlayacaktım, ağlamak olurmuydu bu kadar güzel kokan göknarların yanında, kızdırmayaım göknarları.
Çadırımıza geri dönüp biraz gökyüzünü seyrettik, saat üstelik 1:30 olmuştu bile göz açıp kapayana kadar! şarabımızı yudumlarken biraz daha hafifi hafifi atıştıran yağmuru dinledik, Fazıl Say ve Serenad Bağcan eşlik etti, Dört Mevsim'i söylediler, Süreya'nındı hemde! Nasıl huzur bulunmaz nasıl keyif alınmaz. gitme valtiydi belli ki neden içimi iğrenç en nefret ettiğim his kaplamıştı. Vedalaştım sessizce göl ile, toprak ve göknarlar ile. Adımı kazıdım birine, belki affeder, iyileştirmeye çalışmaz da onunla beraber yüzlerce yıl orada durur. Belki bir daha gideriz ve ellerimizle o yazıya dokunup bir iç çekeriz beraber olmasak da olur. Hatırlamak hep güzel, tebessümlerle hatırlamak daha da güzel çocuk. Unutma...
Toparlandık, köfte ekmek de cabası. Yiyeceğimiz bitmişti, kamp alanında ki köfteci ilaç gibi geldi. Şekerler yükseldiyse kısmen hadi Ankara'ya... Yol kötüydü bu sefer. Çünkü Damla orayı görmedi diye köy yolunu kullanmıştık. Saatler hızlıca geçti, ankaradaydık... Sonra bir kaç saat içinde yatağımda. Kalan şarabı şimdi bitiriyorum. Aynı yağmur kokusu geliyor burnuma, aynı kuş sesleri... aynı tat. Buradasın yanımda...
Kısacası, abimin dediğini yapıp "ölmeden önce bir kere kamp kur"muştum. Değmişti... Değmez mi hiç. aşık oldum bir kere daha, bir kere daha sonra bir kere daha. Aşk buydu, dört mevsimiyle, şarabı, sohbeti, soğuğu, acem türküleri ve çarşaf gibi gölüyle... Aşkdı işte...
Fikri veren birtanecik abime, kafa feneri, şarap ve cesaretlendirme konusunda full destek dostum Nazo'ya ve yanımda olana teşekkürler...Çok teşekkürler
Sevgiler D.Y.
bahsettiğim yerler...
güzel kokuları geldi mi?
