DY

DY

Friday, 27 June 2014

Ayın DY şarkısı


Yalın'ı hep sevmişimdir ama aylardır bu şarkıya takıldım kaldım.Belki diziyi hiç kaçırmadığımdan bu kadar anlamlı geliyor, ya da kavuşamayan ama sonunda kavuşan aşkı anlattığı için. Arabesk kafalar bunlar ama yinede şarkı muhteşem. Gözümde o kadar şey canlandırıyor ki. Aynı yerde oturanları görüyorum, aynı sokakta, aynı komşuları olan, merdivende oturup sohbet edenleri, gece yağmur altında edilen sohbetleri, dönmesinin beklenenleri....

Seversiniz belki.

Bir oğlum olursa adını Kuzey koyacağımı söylemiş miydim?



Sevgiler,

KOŞ

Nisan ayını atlatalım gerisi gelir derken,
herşey bir kahve üstüne ne de güzel oldu.
Yine yaz geldi,
yine o okuları alıyorum.
aynı deniz mi dersin?
aynı kum mu dersin?
korkmadan koşmak mı dersin?
sen hala duvarlarının ardında,
gözlerin bira daha anlamsız çocuk.
biliyorum.
görmesemde biliyorum.
anlatmak istediklerini yine,
yine yeniden kendi kendine konuşuyorsun.
olsun en azından içinde tutuyorsun.
bir yerlerde saklıyorsun.
içini bilen ben,
kalbinin atışından kelimelerini ezberleyen ben,
ne dersin,
belki bir gün konuştuğunu da duyarım.
işte o zaman çocuk,
senden fazla sevinirim.
senden fazla mutlu olurum.
sev! aşık ol çocuk!
gözlerini kısmadan bak.
yaşın 16'ymış gibi düşün.
öylesine konuş,
biraz öylesine yaşa...
hayat mide kıramplarının çok ilerisinde.
hayat o ciddi boyunun posunun da çok ilerisinde.
koş!
biraz daha hızlı koş!

SEvgiler DY.

Yaz'dan

günaydınlar güzeldir.
günaydınlar günü aydınlık eder.
yolları açar huzuru zorlar.
pencereleri açın
perdeleri kaldırın!
güneş girsin eve,
kalbine,
ruhuna.
Sen, sen o herşeyi bildiğini düşünen,
biraz daha sakinleş.
izin ver güzel şeyler dolsun kabine
sol yanına.
yeni günün şansları serilsin ayağının altına
sevin!
bugüne de uyandın!
sevin!
bugünde seviliyorsun
güneş gözlüklerini çıkart at,
arkalarına saklanma iki karanlık camın.
belki bugün de istediğini alamayacaksın,
bugün de o seni sevmeyecek ya da aşık olmayacak.
sen ol!
sen sev!
kalp senin huzuruda keyfide senin...
payaşana aşk olsun.
ama bil ki bunların hepsi YAZ'dan


Sevgiler DY.

Wednesday, 25 June 2014

KIRMIZI DEFTER ŞİİRİ






DY.

Pollyanna Sendromu

Merhabaaaaa!

Yine bir kız sohbetinden çıkan fikirler ile buralardayım. Yine kafam çok karışık yine dolu doluyum! bilmem iyi birşey mi acaba bu kadar düşünmek...

Bu sefer ki sevgili arkadaşım, dostum, ilkokul sıralarından beri hiç kopmadığımız dostum Merve. Saatlerce konuşmamızdan sonra bana "Damla Polyanna olmaktan vazgeçmen lazım" dedi. Ve sanırım bununla da ilgili birşeyler yazmam gerektiğini böylelikle düşünmüş bulundum. (Merve'm seni seviyorum, bana kızma:))

Bu gün ki konum; Pollyanna Sendorumu. Bu sefer ki örneklerimi kendimden vereceğim dolayısı ile quotation ya da bibliography ye ihtiyacım yok. Beni tanıyanların zaten "evet damla aynen!" diyeceklerini biliyorum. Ama bir kaç kere "damla çok mu safsın yoksa numara mı yapıyorsun anlamıyorum" lafını duydum :) Ağır oldu ne diyeceğimi bilemedim o yüzden belki onlara da cevaben bir yazı olur bu sefer ki "bilimsel makalem".

Evet, bu sendrom nasıl başlar, kimlerde olur, nasıl farekdilir ve nasıl zararları yararları vardır biraz bunların üstünde duralım.

Pollyanna bildiğiniz gibi Elenor H. Porter isimli yazarın elinden çıkmış bir kitaptır. Yazar 1868 doğumludur ve 1920 yılında vefat etmiştir. Kendisi New Hampshire'lı olup 1907 yılından beri sayısız kısa hikaye ve roman yazmıştır. Ancak biz kendisini Pollyanna ile tanıdık ki ne yazık... Diğer öykülemelerini ve keyifli kısa hikayelerininde okunması taraftarıyım. Pollyanna teenage diye nitelendirebileceğimiz yaşlarda öksüz bir kızdır ve roman boyunca onu tatlı şirin ve olumlu uyumlu bir kız olarak görüyoruz. Küçük kız başından geçen olaylara rağmen hep iyi kalabilmiş ve hep olumlu düşünebilmiştir aslında işin özü ve bu Pollyanna terimide dilimize bu şekilde pelesenk olmuştur.

Kısa bir "background info" dan sonra asıl konumuza geri dönelim.

Kişi bu sendroma aslında doğuştan yakalanır. Yakalanmaktan ziyade bu sendromun sebepleri şöyle sıralanabilir;

-muhteşem bir şekilde özverili bir aile
-olumlu ve iyimser bir aile
-hep destek tam destek dostluklar
-güzel bir kalp

İlk bakışta sebepler çok tatlı geliyor ancak kişi bu sendrom yüzünden devamlı ve devamlı kalp kırıklıkları yaşamaktadır. Şöyle özetleyelim isterseniz fazla karışmadan;

Kişi olgun ve hayatı ile "tatmin olmuş" bir şekilde büyür. Çok keyifli özverili ve iyimser iyi niyetli bir ailede büyüdüğü için herkesi öyle sanmaya başlar. Herkese güvenilecek potansiyel iyi insanlar olarak görür ve içeridek imesajları alamayacak kadar uyuşmuştur huzur ve mutluluk takıntısı ile. Karşısına çıkan kişileri ilk baştan "güvenilir" olarak tanımlar ki aslında çok çok pek çok yanlıştır bu kanı. Yüzde elli civarlarına dayanan yanılgılar "dream deffered ve frustration" getirir beraberinde. Neyse, devam edelim; Herkese potansiyel iyi insan olarak bakan bu kişi "saf salak" olarak algılanır aslında. Fazla gülümseyen aptal ve terbiyesiz şakaları bile alttan alabilecek kadar iyimser biri olarak tanınır. Hatta bazende "aysu" olarak da nitelendiriliebilir (Baknız: Damla Yılmaz TED yılları:)). Ancak kişi bu halinden memnundur çünkü sonunda o iyi olan olarak kalır karşıdakiler "kötü" olmuşlardır. Bu iç huzuru ile kişi hayatına bu Pollyanna hali ile devam eder.

Bir çok sefer bu güven meselesi ile mücadele eder. Kişi güvenir ama güvei sarsılır yarıda kalan yollar ve tutulmayan sözler ile, kişi inanır "iyi biri" der ve en olmayacak en yapılmayacak hata düşmanının bile yapmayacağı kötülükler ile karşılaşır. Yalan ve "nitelikli dolandırıcılık" bunlardan bir kaçıdır sadece. Herşeye iyi bir kulp bulur;

-aslında öyle demek istemedi biliyorum
-ama gerçekten ben bunu yapmak istediğini sanmıyorum
-ben onun kötü biri olduğunu düşünmüyorum
-çevresi etkilemiştir mutlaka
-hayır bence o iyi biri içinde
-özünde gerçekten iyi ve güvenilir biri
-hayat şartları onu böyle yapmış

Peki sorarım, hayat şartları ve çevre neden bu Pollyanna'yı değiştirmez. Güvenilir ve iyi niyetli olmaya devam eder??? Demek ki beceriliyor muş, demek ki olabilir birşey miş diye herkesi yine kendi gözlüklerinden nitelendirip bir yerlere oturtur. Çoğunlukla da haketmedikleri yerlere... Pollyanna sendromu devam etmektedir. Kişi insanlara güvenip ya da sırtını dayayıp yarı yolda kalsa da devam eder çünkü biliyordur ki hala kendisi gibi "iyi" insanlar var etrafında. Etrafında olmasa bile dünyanın bir yerinde bir yerlerde olmalı... Üstelik Fransa'yı ve İngiltere'yi de gezmiştir ve bulunduğu şehirde çok geniş bir arkadaş çevresi vardır ve tabi ki başka şehirlerde. Bu bahsettiğim insanlar illa ki "aşk" adı altında olmaz, olmamalı zaten. Arkadaş dost vs vs gibi sıfatlar altına saklanan insanlardan da kazık yer herkes gibi. Çevresini küçültür ama hala güvenmeye devam eder inanmaya ve iyi insanlar olduklarına.

İnsanların "güvenemiyorum" demelerine anlam veremez ya da baştan yüzde 10 güven ile başlayan insan ilişkilerine. Aptal mı acaba? Herkes tam güven ile başlasa belki karşısında kil de bir şekilde bunu haketmeye çalışacak ve bu olumlu hava herkesi etkileyecektir... Olmaz... Kalan tatlı Dostları ve ailesi dışında bir çok kişiden bunu duyamaz ve göremez. Kırılır incinir. Ama bizim inatçı Pollyanna sendromuna yakalanmış kişimiz hala "iyi insanlar" kulübünü aramaya devam etmektedir...

Sizce hangisi doğru? sıfır güven ile başlayan samimiyetsiz sohbetler ve ilişkiler mi yoksa baştan insanların birbirlerine açık samimi ve güvenilir davrandıkları durumlar mı? Sendroma yakalananlara sesleniyorum;

Çocuklar;

İnsanlara güvenmek kötü bir şey değil... Güvendiğin kişilerin güvenilir olmadığını gördüğünde evet üzülüyorsun ancak temiz kalbin ile eminim çevren 30'larına geldiğinde tamamen güvenilir ve tamamen gerçek insanlar ile çevrili olacak. Ki çok uzun zamandır çevremi böyle tanımlıyorum ben şahsen bizzat Sendroma yakalanmış kişilerden biri olarak.

Sendromu yine diğer yazım ile birleştirmeye çalışıyor beynim! Güven meselesi bir yana, başına gelen kötü olaylardan dolayı pes etmemekte aslında Pollyanna sendromunun bir belirtisidir. Bu belirtiler çok ciddi sıkıntılar ya da kazalardan sonra bile kendini göstermektedir.

-olsun her işte bir hayır vardır
-bunu yaşamasam iyilerin kıymetini nasıl bileceğim
-Allah beterinden saklasın
-daha da kötüsü olabilirdi
-olsun ben iyiyim ya
-Aman mutlaka iyi birşeyler olacak

Kelimeleri ile kendini göstermektedir. Kişi iyi birşeylerin olacağından umudunu asla kesmez asla "yok olmaycak ben pes ediyorum" demez taa ki karşısında ki engel ya da kişi pes edene kadar.

Çok uzatmadan yazımı bitirmek istiyorum çünkü yeterince kendim ile yüzleştim biraz da size kendi kendinizi bırakıyorum.

İyi düşünmek ve olumlu yanlarını görmeyi denemek etrafınızda ki dünyanın, kötü bir şey değil. Bunun kötü olduğunu sizi düşündürmeye çalışacaklardır belki de gerçekten öyledir, belkide dünya kötüler tarafından kontrol edilip kötülerin kazandığı bir evrendeyizdir kim bilir... Sen iyi olmaktan vazgeçme sen dostum iyi düşünmekten ve herkesin bir gün "iyi insan" olabileceği ütopyasından kopma....

Sevgiler Güneşli günler;

DY.



Tuesday, 17 June 2014

21. Yüzyılda Issız Adam Sendromu

Günaydın;

Bugün gece çok geç yatmama rağmen erkenden gözümü açtım. kahvaltı bile yapmak istemeden detox çayımı koyup yazı yazmak istedim. Yeni aldığım yazı defterim elimden düşmezken bu ara inanılmaz yazasım içimi dökesim var. Madalyon vakti geldi demek ki:) 

Aylardır kızlarlar çözmeye çalıştığımız bir konu var. Yani aslında çok çok uzun süredir kafa yoruyoruz bu mevzuya ama bu ara çok sık bir şekilde duymaya başladık ve çokça başımıza gelir oldu. (Başako söz verdiğim gibi yazıyorum:)) 

İzninizle konuyu irdeleyip içimi dökmek istiyorum:) Konuya çok bilimsel yaklaşıcam ama tabiki yazarken kahkahalarla yazıyorum ama konu derin ve ciddi ilgi istiyor. Bilimsel ve deneysel araştırmaların sonucunda elde edilmiş bulgular ile birinci ve ikinci ağızdan örneklerle konunun üstünden geçeceğiz. Lütfen! sessizlik! 

Issız Adam Sendromu:

Issız adam nedir, kime denir, nasıl yaşar, hangi özellikleri taşır, ne yer ne içer, sendroma nasıl yakalanır, yakalandığını nasıl anlarsın biraz bunlardan bahsedelim. 

Issız adam yüksek ihtimal 30 lu yaşlarındadır ya da otuzuna yaklaşmıştır. 26'larda başladığını düşünüyoruz bu durumun. Adam ya üniversite ya da sonrasında ki döneme kadar sakin sessiz keyifli gençliğini aşayan aşık olan hop orda hop burda yaşının gerektirdiği gibi gezen tozan eğlenen bir adamdır. Üniversiteyi bitirince ya da eğer biraz daha zeki ise masterını falan bitirince veyahut iş hayatına atıldığında bu sendroma yakalanıldıldığı düşünülür. Neden? 

Nedeni çok basit, sevgili hemcinslerimden (bizde bir ıssız adam bırakmışızdır arkamızda kabul ediyorum olabilir mümkün) inanılmaz bi kazık yerler bu adamlar daha henüz ıssızlaşmamışken. Ya aldatılırlar, ya aşık olur sürünürler, ya reddedilirler, boşanırlar, aşık olup karşılık alamazlar ki biz buna pre-ıssız adam sendromu diyoruz. Gözle görülür bir şekilde "ben geliyorum" der bu durum. Güvenleri sarsılır, bildikleri yıkılır, önce insanlara sonra kendilerine güvenleri kırılır, uçmak isterken uçamamak gibi bişi olurlar işte. Ardından post-ıssız adam sendromu başlar. Bu ayrılık ,ya da her ne ise, sonrasında yakın arkadaşlarıyla gezerler tozarlar yerler içerler ki genelde bu zaman bekar mümkünse kızarkadaşı olmayan erkekarkadaşlar ile geçirilir. Genelde konuşmalar şu yöndedir;

-aman oğlum salak mısın? 
-amaaaan sal gitsin ya
-takıl oğlum artık aşk neymiş?
-ciddi ilişkimi ha ha ha deli miyiz biz?
-hayır zaten nolcaktı ki evlenicek miydiniz?
-evlilik "game over" 
-hadi rakı balık!
-sana kız mı yok takıl geç!
-bağlanmak gereksiz neden bi kıza bağlayasın ki kendini
-hepsi aynı bunların güvenilmez
-kızlara asla güvenilmez
-ilişki saçma bişi zaten

Gibi cümleler döner çoğunlukla. Birbirlerini ultra gaza getirip hooop ordan oraya gece moduna geçilir. Tatiller, gece muhabbetleri, rakı balıklar, kalabalık erkek masaları ve tabi ki bol bol kahkaha. Aslında fena değildir hayat pre-ıssız adam sendromu döneminde. Keyiflidir yani. Adam aldığı darbeyi kompanze etmek için hayatı kaale almamaya karar verir. Mutsuzluğunu keyif ve sefa tabiki bir de dostlarla örtmeye çalışır. Issızlığını gece yatağına yattığında farkediyordur. Sevdiği gerçekten aşık olduğunu düşündüğü kızın kokusunu, gölgesini bile arar kimseler yokken. Belki ağlıyordur da? kim bilir... Duvarlar örülür, sıkı ve sağlam duvarlar bu zaman içerisinde. Kimse girmez uzun bir süre hayatlarına varsa yoksa eğlenelim gezelim araba alalım içelim keyif edelim. 

Ardından tesadüfler silsilesi içinde uzun zamandan sonra biri girer hayatlarına. Yani uzun zamandan sonra ilk defa birinden "günaydın" mesajı almak hoşlarına gider. Kendinelerine hafifi hafifi güvenleri gelmeye başlar. Ama daha henüz adını koymak istemezler. Karşıda ki dişi de zaten bu durumu farkeder hemen gözündennnnnn :))) Hafif hafif yaklaşır tebessüm ederler beraber. Arkadaşlardan birazcık uzaklaşılır bu dişinin hayatlarına girdüğü dönemde. Hoşlarına gitmiştir kız çünkü ve onunla vakit geçirmek ister. Kendini rahat hissediyordur. Kızın kendine güveni onları etkiler, hoşlarına gider keyifli ve iyi biri olması. Bol bol vakit geçer. Sohbetler yemekler vs vs. Zamanın nasıl geçtiği anlaşılmamıştır. Adam hala güvenmemektedir kızlara ama bir yanıda "ya bu kız tatlı şirin iyi bir kız. acaba denesem güvensem mi?" diye düşünür. Zaman geçer...

Adım adım gerçek ıssız adam yaklaşmaktadır bu aralarda. Kız hali ile aranmak sorulmak merak edilmek ve "erkekarkadaşım" demek ister yavaştan bu adama. Çünkü beraberlerdir beraber güzel vakit geçiriyorlardır ve aşık olmaya alışmaya başlamaktadır. Kızın ağzından, yani bizim ağzımızdan ne düşündüğümüzü böyle durumlarda ifşa etmicem ama klasiğin biraz dışındayızdır ben ve çevrem karıştırılmasın... Farklı tepkiler ve farklı beklentilerimiz vardır evlilik ve ciddi ilişki dışında. Huzur ve güvendir asıl olan... Neyse adamımıza geri dönelim. 

Kız yavaştan adamın ağzını aramaya başlar. Aptal ise "biz neyiz" ile girer cümleye ama yok gerçekten merak ediyorsa ne olacağını daha tatlı cümleler ile gerçekten ne düşündüğünü, kendisini onun erkek arkadaşı olarak kabul edip edemeyeceğini emek harcayıp harcamaması gerektiğini öğrenmek ister. Çünkü insanız aşık oluyoruz... Normal tepkilerdir bunlar. Kısacası iş ciddiye binmeye başladığında kız kem küm mırın kırın ık mık etmeye başlar. Bunu adama belli eder "eeeee? yani? ok midir? oldu mu?" diye resmen. 

Ama adam ıssızdır. Adam güvenemez, adam sorumluluktan kaçar, adam "ilişki"den korkar, adam aşık olmaktan korkar. Çünkü bir kere yaşamıştır ve yeterince görüp yaşayıp incinmiştir. Duvarları vardır geçilmez erişilmez. Hayat sanki kendi etrafında döner, birini mutlu edecek kadar bile mutlu değildir. Birine alışmaktan bile korkacak kadar sevgiyi aşkı tekrar yaşamak istemeyecek ve bundan çok korkacak kadar "bahtless"dır (Başako'nun lafı:)). Ve ıssız adamın cümleleri genelde, yüzde 90 şöyle sınırlanabilir;  


-ilişki istemiyorum
-bir ilişkiye hazır değilim.
-sorun sende değil bende
-sen iyi birisin
-daha iyilerini hak ediyorsun (which is my fav.!)
-böyle iyiyiz 
-takılıyoruz işte
-sorumluluk istemiyorum
-nerdesin kimlesin diye hesap sorulsun istemiyorum
-bağlanmak istemiyorum
-kızlara güvenmiyorum
-sana güvenemem
-ben bile ne istediğimi bilmiyorum
-sen daha iyilerine layıksın
-ben işe yaramam

Ve türevleri bir çok kelime üretebilirsiniz kafanızdan. Emin olun hepside bu konuşma pencerelerinin içine yerleşecektir. Tam oturacak ve mutlaka birimizden birinin duyduğu bir laf olup "hıh evet bunu da söylemişti". 

Arkadaşlar biraz daha yaratıcı olsanız? Azıcık daha çaba sarfedip birazcık daha yaratıcı olsanız? Yani kızlar birbirlerini dinlerken zaten arkadaşının anlattığı hikayeyi biliyor oluyor ve cümlenin sonunu bazen dinleyen arkadaş tamamlıyor çünkü çok klişesiniz. Çok klişe. 

Ardından ıssız adamımız hayatına giren, güvenmekten korktuğu, aslında çokca keyif aldığı, muhteşem sarılıp koklayabildiği ve gerçekten belkide onun için "doğru" olan kızı hayatından böylelikle çıkartır. Çünkü kimse ama kimse böyle bir durumun içinde daha fazla yer almak istemez. Biz kadınlar duygusalız, tabularımız var, duymaya bile tahammül edemediğimiz cümleler var. Değer verdiğimiz varlığa saygı duymak isteyip onun en az bizim kadar yüksek EQ'ya sahip olmasını arzu ediyoruz. Var, böyle durumlara gelen hemcinslerimde var. Onlar ruhlarını ve bedenlerini kirletmekten başka bir şey yapmıyorlar... Ve bu ıssız adam sendromu bu hemcinslerim ile büyüyor çoğalıyor. Çünkü kız bi gün onunla bi gün bununla. Umrunda değil ondan bişi kopartıyor bundan bişi kopartıyor. Ödenen bir hesap bile bazen onlar için kar kalıyor yanlarına. Biz güçlü kadınlar, hissettiklerimizin doğrultusuna gideriz tabiki, kalbimiz kıymetlidir ve onun ne söylediği. Ancak ve ancak, bu durum bizi yormaya bizi sıkmaya başladığında, karşımızda ki adamın "güven eksikliği" nin olduğunu anladığımızda çokça tatlı bir şekilde kendi tatlı mutlu hayatımıza geri döneiliriz. Biraz üzülünür alışmışlıklar silinir ama mutlaka keyif yerine gelir :)

Issız adamlar doğru insanlar dğeildir diye birşey yok... Sadece sen onun için doğru insan olmuyorsun bazı durumlarda. Adam elbet birine güvenecek adam elbet biriyle hayatını paylaşmak isteyecek ama seninle olmuyor ve duvalarını sana açmıyorsa sen doğru insan değilsindir... Belkide öylesindir ama bunu kimse bilemeycektir. Sonsuza kadar "duvarlarını yıksaydı" belki iyi bir çift olabilirdik soru işaretinin cevabını kimse bilmeyecek. 

Böyle hikaye o kadar çok var ki... Kimse üstüne alınmasın, illa yaşamış olmam gerekmiyor benim. Çok kızarkadaşım var onlarında çok kızarkadaşı var. Duyuyorum görüyorum ve yaşıyorum... Böyle durumlarda sakin olup derin bir nefes çekip çantanı alıp masadan kalkmalı :)

Ve şimdi biraz size sesleniyorum.

Sevgili ıssız adamlar;

Her kız onun gibi değil. Her ilişki zor sıkıcı ve bunaltıcı değil. Hayatlarınızdan sizinle olmak isteyen insanlar geçiyor, mutşaka biri sizin zincirlerinizi kıracak ve sonsuz mutlu edecektir. Bu kadar abartmayın durumu ya da en iyi tavsiyem; Madalyon Klinik. :)))))

Sonuç olarak güvenmekten başka çare yok. Hı "hayatım boyunca böyle olucam ve ben kendi kendime yeterim, dostlarım var" diyorsanız o ayrı... Ama en kötüsü en yakın arkadaşınızın evliliği olacaktır :) Unutulmasın :))))) O gün gelmeden bence aşık olun o gün gelmeden birinin elini korkmadan utanmadan çekinmeden gocunmadan yarını düşünmeden tutun!!! Aşk sevgi dünyanın en güzel şeyleri...

Benden bu kadar bugünlük. aylardır konululanları aylardır kız meclisinde tartışılanları yazmak istedim. Hepsi teker teker kimden kimlerden bahsettiğimi biliyorlar :)

Quotation aldığım yerleri ve isimleri yazmak çok isterdim. İsim vererek örneklendirerek anlatmak deli gibi isterdim ama mümkünatı yok :) Bibliography sayfam olsaydı keşke keşke soyadlar ve tarihler verebilseydim. Ama beni ve çevremi tanıyanlar zaten etrafımda olan bitenide tahmin ederler.

Sizi çok seviyorum kızlar iyi ki hayatımdasınız


Not: bu bir bilimsel yazıdır!!! :)

:)


Sevgiler

DY. 



Wednesday, 11 June 2014

The Road Not Taken vs Hayat

Liseden mezun olmadan bir kaç ay önce, sene 2004, hayatının bir dönemini İngiltere'de geçirmiş Amerikalı şair Robert Frost'un, 1916 yılında yayımlanan Mauntain Intervial şiir koleksiyonundan, The Road Not Taken şiirini analiz etmiştik Zeynep Maraş hocamızın English Literature dersinde. Şiir, "Two roads diverged in a yellow wood, And sorry I could not travel both, And be one traveler, long I stood, And looked down one as far as I could, To where it bent in the undergrowth" dörtlüğü ile başlar... Geri kalan üç dörtlükte "narrator" seçimlerden bahseder. Az seçilmiş yoldan mı gitmeli yoksa herkesin genel olarak seçtiği yürümeyi tercih ettiği yoldan mı gitmeli diye devam eder narratorun dilemması. Tamamen bir monolog halinde ilerler. Kendi içinde karmaşasını ve kendi içinde ki kararsızlığını anlatır. Bu sırada artıları eksileri denklemlenir iki yolunda. Bir ormandasınızdır, karşınıza sonuca giden iki yol çıkar, birinde pek az ayak izi vardır ki bu da az kullanılmış ya da az seçilmişliğin ibaresidir, diğeri ise gözle görülür şekilde kullanılmış ve ayak izi doludur. 

Mezun olduktan sonra, Bilkent Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümü'ne girdim. İlk derslerimizden biriydi. Saat 8:30 dersi, sabah... :) İçeri kısa boylu sempatik yüksek bel pantalonlu ama her halinden çok zeki olduğu belli 45-50 yaşlarında bir hoca girdi. Sınıfın ışıkları kapalıydı çünkü herkes hala uyuyordu ve bölümün ilk derslerinden biriydi, ilk üniversite derslerimizden biriydi yani. Hoca içeri girdi "And God said let there be light" diyerek ışık dümesine bastı ve sınıfın ışıklarını açtı. Devam etti "And there was light". Muammer Şanlı idi bu sempatik bir o kadarda otoriter hoca. Kitaplarımızı almış derse hazırdık aslında, 0.5-0.7 uçlarımız hazır silgilerimiz defterlerimiz yerindeydi. Sayfa 22, Robert Frost'dan The Road Not Taken şiiri...

Seçimler dostlarım, seçimler bizim hayatımızı anlatma biçimlerimiz. Öyle ya da böyle herkes bir yol seçiyor. Bu uçsuz bucaksız vahşi yaratıklar hatta bazen canavarlar ile dolu bu ormanda bir şekilde yolumuzu buluyoruz. Kimileri kısa yolları kimileri uzun ama sağlam yolları seçiyorlar. Kimileri onları bunları hayatlarından çıkartıp yürümeyi tercih ediyor kimileri onların bunların ellerinden tutarak yürümeyi tercih ediyorlar bu patikalarda. Ya sen? 

Bırak kolay olmasın zor olsun ama istediğin olsun. Hayatın ve seçimlerin sensin çünkü. Yanında taşıdığın taşımayı tercih ettiğin insan da sensin, senin hayatın. Üstü başı değil aklı fikri meziyetleri ahlakı kültürü ile taşıdığın insan sensin. Seçimlerin sensin...

Unutma, doğru seçimler doğru sonuçlara varacaktır. Ama yanlış seçimlerde mutlaka doğru yola varacaktır. En azından nereden gitmemen gerektiğini bileceksindir. Sakın pes etme. Doğru insan ile doğru yolda yürümeyi mutlaka öğreneceksin. 

Denemeye devam et. 

Şimdi; hangi yol? 


Sevgiler DY.

Monday, 9 June 2014

Haziran senfonim

Uzun zamandır yazmadığımı düşünerek bugün boş vakit bulup birazcık yazı yazmaya karar verdim. Günler biraz boş biraz dolu geçiyor. A planımı biraz daha askıya alarak gelecek planlarımda karşıma çıkan güzel fırsatlar için hafiften beklemem gerektiğini gördüm. Mutluyum keyfim yerinde ama zamanın bu kadar yavaş geçtiği bir dönemde beklemek biraz can sıkıcı olsada inan keyfim yerinde :)

Haziran ne çabuk geçti değil mi? Haziranı hep sevmişimdir... Neden mi? Guess why? :) Temmuz 26 'da Damla doğmuş çünkü. 18 yıl geçmiş aradan. Ay pardon 18 mi dedim yanlış 15 sene. Bazende öyle geliyor ki 40 sene geçmiş sanki o günden. Sanki bazen 15 yaşındayım bazense 40, yer yer 50 yaşındayım. Ruhumun bir kısmı çok yaşlı çok yorgun bir kısmı ise çok küçük ufak heyecanlı keyifli dertsiz tasasız çok mutlu ve hevesli bir kız cocuğu. Bu sene kaçıncı yaşımı kutlayacağım bilmiyorum, tahmin edemiyorum o anda kaç yaşında hissederim kendimi ama asla yaşımı hissetmediğimi biliyorum. Ne zaman olurum acaba? Ne zaman tam Damla olurum acaba? 

Geçmişi çok sorgulamadığım dönemdeyim. Arada bir düşündüğümde vardığım tek sonuç; geçte neyi bıraktığın yada kimden, kimlerden, nelerden vazgeçtiğin değil nasıl ve neden vazgeçtiğin, oluyor. Arkanda mutsuz, huysuz ve keyifsiz birileri bırakmış mısın o önemli değil mi? Aynen. İşte tam da bu yüzden içim çok rahat. Kocaman kanatlarım varken neden uçamıyormuşum onu düşünüyorum. Kocaman bir kalbim varken neden susuyormuşum? Neden? Neyse sorgulamıyoruz sadece yaşıyoruz ve keyfini çıkartıyoruz. 

Herşey insanlar için derken bu aralarda "alışmak" terimini kullanır oldum. Alışmak ve güvenmek. Hala güvenilecek birileri olduğunu biliyorum, aslında direk kendimden biliyorum. Eğer sen kendini güvenilir biri olarak tanımlayabiliyorsan ve etrafındakilerde böyle düşünüyor ise, emin ol dostum hala güvenilecek insanlar var. Hala başını omzuna düşünmeden koyup derin bir iç çekeceğin insanlar var. Bu illa ki "aşk" olmasa gerek değil mi? Dostlar, ailen bir kenara dursun, huzuru ve keyfi bulduğun birileride olabilir mi? Neden olmasın. Zaman ile adı "aşk" olur ya da olmaz bilemeyiz ama dediğim gibi herşey insanlar için. Bütün duygular, nefret, kin, öfke, acı bir yana huzur ve kafanın boş olması da bunların için... Ve hepsi ama hepsi bizim için. Birazcık daha kendimizi rahat bırakmalıyız. Bırakalım aklımızı fikrimizi kalbimizi biraz rahat yaşasınlar ne istiyorlarsa. "Damla kaç yaşındasın elini çabuk tut" dediğinizi duyar gibiyim birilerinizin ki bu ara pek çok duyuyorum. Kalbim ve beynim aynı yaşta değil benim. Çok gidip geldi 15 yaş ve 45-50 yaşları arasında. Bazen gece geç bir saatte balkonda içinlen güzel bir scotch gibiydiler bazende ahlatlıbel'de uçurulan bir şeytan uçurtması. gidip geldiğin yeter... Onları biraz rahat bırakıcam. Daha çok yolum var benim biraz rahat ve keyifli olmaya hakkım var benim. Benim, etrafımın, dostlarımın ve ailemin Damla için; damla'nın keyfi yerinde öyle ya da böyle, demeleri gerekli... 

Ne olur ne biter bilemiyorum. Sadece içimden geleni yapmaya çalışıyorum. İlla bişi mi olması lazım? İlla birinin birine "sarıl bana" mı demesi lazım? Sarıl gitsin... Ağla gitsin, anlat gitsin dostum. 

Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki birbirimiz hakkında. Kimler kapalı kapılar ardından neler yaşıyor biliyor muyuz? O şen şakrak esprili adam uyurken neler düşünüyor biliyor muyuz? Kim nasıl kırmış kalbini ya da kim nasıl canını yakmış biliyor muyuz? Bilmek istiyor muyuz? hayır... Öyleyse herkesin verdiği, vereceği, vermekte olduğu savaşlar olduğunu unutmadan biraz aklımızı ve kalbimizi bunun ile beraber bedenimiizi rahat bırakalım. Yaz geldi, yaz yağmurlarında ruhumuzu ıslatalım, tatlı serin Ankara akşamlarında bir sigara üstüne sohbet edelim, güzel yemekler yiyip güzel şaraplar tadalım, kocaman bir meyve tabağının üstüne güzel bir akşam için şükredelim.

Yaşamak çok güzel, bütün duygular çok güzel... Akan gözyaşın ya da akıtamadığın gözyaşın bile kıymetli. Bak güneş ne güzel güşümsüyor dostum. Biraz çıkart güneş gözlüklerini ruhunu ısıt... Hayat güzel şarapları tatmamak ve sevilen biriyle paylaşmamak için çok kısa...


SEVGİLER;
DY